Jack London’un Yaşama Hırsı adlı öyküsünde, adını bilmediğimiz bir adamın Kanada’nın kuzeyindeki sert doğa koşullarında hayatta kalma mücadelesi anlatılır. Hikâye, altın aramak için çıktıkları bir yolculukta yaralı olan arkadaşının onu terk etmesiyle başlar. Adam, açlık, yorgunluk ve doğanın acımasızlığına rağmen yaşamaya devam etmeye kararlıdır.
Sırtında neredeyse hiçbir şey yoktur: birkaç parça eşya, neredeyse tükenmiş bir yiyecek stoğu ve ağır yorgunluk… Ancak tüm bu zorluklara rağmen adam yürümeye devam eder. Açlık onu bitkin düşürür, ayakları kanar, dizlerinin üzerine çöker ama hala emeklemeye devam eder. Doğada yalnız değildir: onu takip eden ve açlıkla kıvranan bir kurt vardır. Bu kurt da ölüme yakındır, ancak adamı avlamak için beklemektedir.
Adam, kurtla ölüm kalım savaşına girer. İkisi de bitkin ve açtır, ancak sonunda adam galip gelir. Kurdu öldürür, etini yer. Bu vahşi hayatta kalma eylemi, onun son enerjisini de toplamasını sağlar. Sonunda bir balıkçı teknesine rastlar ve kurtarılır.
Yaşama Hırsı, Jack London’un doğayı sadece bir arka plan değil, başlı başına bir karakter olarak kullandığı eserlerinden biridir. London burada romantik ya da hayalci bir doğa tasviri yapmaz; doğayı gerçek ve acımasız bir varlık olarak karşımıza çıkarır. Ancak asıl dikkat çekici olan, insanın yaşama içgüdüsünün ne denli güçlü olduğudur.
Hikâye boyunca karakterin bir an bile pes etmemesi, sadece fiziksel değil psikolojik olarak da çöküşün eşiğinden dönmesi, okuyucuya "insan ne kadar ileri gidebilir?" sorusunu sorduruyor. Açlık, yalnızlık, soğuk, korku ve ölüm tehdidine rağmen o adam emeklemeye devam ediyor. Çünkü içinde tükenmeyen bir yaşama arzusu var.
Bu öykü bana göre, modern yaşamın konforlu alanlarında unutulan "hayatta kalma" duygusunu yeniden hatırlatıyor. Günlük dertlerimiz içinde ne kadar kırılganlaştığımızı, doğanın önünde ne kadar küçük olduğumuzu gösteriyor. Ve belki de en önemlisi: yaşamak bazen sadece nefes almak değil, her şey bittiğinde bile bir adım daha atabilmektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder