31 Ağustos 2024 Cumartesi


Hoşgeldin Eylül

Yazın sıcak günleri yerini serin rüzgârlara, denizin tuzlu kokusuysa sararan yaprakların toprakla karışan kokusuna bırakırken, takvimler Eylül’ü işaret ediyor. Hoşgeldin, Eylül…

Doğa yavaş yavaş yeni bir elbiseye bürünüyor, sanki doğa kendini dinlenmeye çekmeye hazırlanıyor. Ağaçlar, güneşe doydukları yazdan aldıkları enerjiyi, altın sarısı yapraklarıyla bırakıyor toprağa. Her yaprak dökümü, doğanın bir parçasının vedası gibi, ama aynı zamanda yeni başlangıçların habercisi.

Eylül, yalnızca bir sonbahar ayı değil, aynı zamanda içsel bir yolculuğun da başlangıcıdır. Sıcak yaz günlerinin telaşıyla dolu geçen zamanın ardından, insanın ruhu da sükûneti arar. Belki de Eylül’ün bu kadar özel olmasının nedeni budur; dışarıda dökülen yapraklar gibi, içimizdeki fazlalıklardan kurtulma zamanı gelmiştir.

Bu ay, geçmişin yüklerinden arınarak kendimize yeni bir sayfa açmanın vaktidir. Eylül, her sonun içinde yeni bir başlangıç saklı olduğunu hatırlatır bizlere. Tıpkı doğanın döngüsünde olduğu gibi, bizim de kendi iç dünyamızda mevsimler yaşanır. Bu mevsim, içsel dinginliğin, durup düşünmenin, ve belki de yeniden başlamanın tam zamanıdır.

Hoşgeldin Eylül… Getirdiğin serinlik, kalbimize huzur, ruhumuza dinginlik olsun. Seninle birlikte başlayacak olan bu yeni dönemde, hayatımıza renk katacak yenilikleri açık bir yürekle karşılamaya hazırız. Tüm umutlarımızla ve içsel bir yenilenme arzusuyla, seni bekledik. Şimdi, yeni mevsimin ilk adımlarını atarken, içimizde filizlenen umutları yeşertme zamanı.

 

Pollyanna: İyimserliğin Sarsılmaz Gücü

Hayatın getirdiği iniş çıkışlarla dolu yolculuğumuzda, bazen kendimizi karanlık bir tünelin içinde kaybolmuş gibi hissederiz. Umutsuzluk ve karamsarlık, adeta bir bataklık gibi bizi içine çeker ve kurtulmak neredeyse imkânsız hale gelir. İşte tam da böyle anlarda, Pollyanna'nın hikâyesi aklıma gelir ve içimde bir ışık yanar. Küçük bir kız çocuğunun iyimserliği, hayatın en zor anlarında bile bize umut vermeyi başarır.

Pollyanna'yı ilk kez okuduğumda, hikâyesi beni derinden etkiledi. Küçük yaşına rağmen, yaşadığı zorluklar karşısında gösterdiği direnç ve olaylara pozitif bir açıdan bakma yeteneği, bana ilham verdi. Pollyanna’nın "mutluluk oyunu", basit bir çocuk oyunu gibi görünse de, aslında derin bir yaşam felsefesini barındırıyordu. Oyun, ne olursa olsun, içinde bulunduğun durumdan bir sevinç çıkarabilme sanatını temsil ediyordu. Bu felsefe, hayatın zorluklarına rağmen her zaman bir umut ışığı bulabileceğimizi hatırlatıyor.

Pollyanna'nın yaşamında karşılaştığı zorluklar ve kayıplar, onun iyimserliğini sarsmamıştı. Aksine, her kayıpta, her zorlukta daha da güçlenmişti. Bu tutum, bana hayatım boyunca yol gösterici oldu. Karşılaştığım sorunlara Pollyanna’nın gözünden bakmaya çalıştım. Evet, hayat adil olmayabilir; hastalıklar, kayıplar, hayal kırıklıkları kaçınılmazdır. Ancak Pollyanna'nın gösterdiği gibi, bu olumsuzluklar içinde bile bir parça umut bulmak mümkündür. İnsanın içinde taşıdığı iyimserlik, en karanlık anlarda bile bir ışık yakabilir.

Pollyanna'nın hayat felsefesi, yalnızca bir kitap karakterinin ötesine geçer. Onun hikâyesi, bizlere her durumda güçlü kalmayı ve her zaman olumlu bir bakış açısı geliştirmeyi öğretir. Pollyanna’nın yaşamı, bizlere şunu hatırlatır: Mutluluk, dış koşullara bağlı değildir; mutluluk, içsel bir karardır. Karşılaştığımız zorluklar ne kadar büyük olursa olsun, mutluluğu seçmek her zaman elimizdedir.

Bu yüzden, Pollyanna benim için sadece bir edebiyat karakteri değil, aynı zamanda yaşam felsefemi şekillendiren bir rehber oldu. Onun iyimserliği, bana karanlık anlarda ışık olmayı öğretti. Pollyanna'nın hikâyesi, umutlu olmanın, direncin ve şükran duymanın önemini hatırlatarak, hayata bakış açımı köklü bir şekilde değiştirdi.

Günümüzde, modern hayatın hızla akıp giden temposunda, Pollyanna'nın felsefesi belki de her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz bir anlayışı temsil ediyor. Sosyal medyada, haberlerde, etrafımızda sürekli olumsuzluklar ve şikayetler duyuyoruz. İnsanlar, hayatın küçük mutluluklarını kaçırıyor ve odaklarını negatif olaylara yöneltiyor. Pollyanna ise tam tersine, her durumda pozitif bir bakış açısı geliştirmenin ve elimizdekilere şükran duymanın ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor.

Bu yüzden, Pollyanna'nın iyimserliği, benim için bir yaşam rehberi oldu. Onun "mutluluk oyunu", zorluklar karşısında direnmenin ve her durumda bir mutluluk kırıntısı bulmanın gücünü simgeliyor. Hayatın getirdiği tüm zorluklara rağmen, Pollyanna'nın ruhunu içimde taşıyarak, her yeni güne umut ve sevinçle başlamayı seçiyorum.

Pollyanna'nın hikâyesi, bana ve birçok insana ilham vermeye devam ediyor. Her şeyin kötü gittiği anlarda bile, Pollyanna'nın bize öğrettiği gibi, mutluluğu aramaktan vazgeçmemeliyiz. Çünkü mutluluk, bazen sadece bakış açımızı değiştirmekle bulunur. Pollyanna'nın ruhunu ve iyimserliğini içimizde yaşatarak, hayata daha pozitif bir gözle bakabilir ve her zorlukta bir umut ışığı bulabiliriz.

 

30 Ağustos 2024 Cuma


"Sabahları Severim Ben"

Sabahlar benim için her zaman bir mucizeyi andırır. Gecenin derin karanlığını yırtarak doğan güneş, yalnızca bir ışık kaynağı değil, adeta yeniden varoluşun bir simgesidir. Sabahın ilk ışıkları, karanlığın üzerine dokundukça, içimdeki derin boşluklar yavaş yavaş aydınlanır, umutla dolar. O an, her şeyin mümkün olduğunu, her zorluğun üstesinden gelinebileceğini hissederim. Çünkü sabahlar, bana her şeyin yeniden başlayabileceğini hatırlatır; düştüğümde yeniden kalkabileceğimi, kaybolduğumda yeniden yolumu bulabileceğimi.

Sabahları severim ben, çünkü her sabah yeni bir şans sunar. Gecenin karanlık perdeleri aralandığında, gökyüzünde beliren o ilk ışık, içimdeki tüm endişeleri, korkuları, pişmanlıkları birer birer siler. Her sabah, hayata dair yazılmamış bir sayfadır, elime verilen boş bir sayfa. Ve o sayfayı nasıl dolduracağım tamamen bana bağlıdır. Bu düşünce, bana inanılmaz bir güç ve cesaret verir.

Sabahın serinliği, bedenimi sararken ruhumu da tazeler. Sabahın dinginliğinde, dünyanın henüz uyanmamış olmasının verdiği o eşsiz huzur, bana yalnız olmadığımı hissettirir. Bu anlar, yalnızca bir günün başlangıcı değil, aynı zamanda içsel bir yolculuğun da ilk adımlarıdır. Kendi içimde yeni kapılar açar, gizli kalmış hislerimi keşfederim. Her sabah, kendimle yeni bir buluşmadır; eksiklerimi, hatalarımı, hayallerimi yeniden gözden geçirdiğim bir aynadır.

Sabahları severim ben, çünkü sabahlar bana hayatın sonsuz döngüsünü hatırlatır. Her gece ne kadar uzun ve karanlık olursa olsun, sabahın ışığı mutlaka gelir. Bu basit ama güçlü gerçek, bana her zaman güç verir. En zorlu anlarda bile, sabahın mutlaka geleceğini bilmek, içimdeki umut ateşini hep diri tutar. Her sabah, bana hayatta hiçbir şeyin kalıcı olmadığını, zorlukların bile bir sonunun olduğunu hatırlatır.

Sabahları severim ben; çünkü sabahlar, hayatın bana verdiği en büyük armağanlardan biridir. Her sabah, kaybettiğim şeyleri geri getiremese de, bana yeniden deneme, yeniden sevme, yeniden inanma fırsatı verir. Sabahlar, bana her şeyin geçici olduğunu ve sonunda ışığın her zaman kazandığını gösterir. İşte bu yüzden sabahları severim; çünkü her sabah, karanlığın ardından doğan bir umut ışığıdır ve bu ışık, bana yaşamanın ne kadar değerli olduğunu fısıldar.

 

29 Ağustos 2024 Perşembe


 Zaferin Ardındaki Ruh: 30 Ağustos

Her yıl, yazın son günlerine yaklaşırken, bir milletin yeniden doğuşunu, özgürlüğe olan inancını ve geleceğe dair umutlarını anımsarız. 30 Ağustos, sadece bir tarih değil; bir ulusun küllerinden doğduğu, bağımsızlığını kazandığı ve sonsuza kadar sürecek bir iradeyi tüm dünyaya ilan ettiği gündür.

Türk milletinin yaşadığı onca acıya, yokluğa ve çaresizliğe rağmen, inancı ve kararlılığıyla başardığı bu zafer, tüm dünyanın takdirini kazanmıştır. Bu zafer, yalnızca silahlı mücadele ile kazanılmamıştır; aynı zamanda bir ruhun, bir milletin kalbindeki ateşin zaferidir. Anadolu’nun dört bir yanında yankılanan kahramanlık hikayeleri, her bir ferdin, özgürlük için attığı her adımda hissedilen o gurur ve inanç, bu büyük zaferin temel taşlarıdır.

Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları, vatanın her karış toprağı için canlarını ortaya koyarken, geride bıraktıkları sadece bir zafer değil, gelecek nesillere taşınacak bir miras, bir umut feneridir. Bu zaferle birlikte, milletin kaderi değişmiş, bağımsızlık uğruna yapılan fedakarlıklar, nesilden nesile aktarılacak birer destan olmuştur.

30 Ağustos, sadece bir zaferin yıl dönümü değil; aynı zamanda özgürlüğün, bağımsızlığın ve millet olma bilincinin en güçlü ifadesidir. Bu topraklarda özgürce yaşamanın bedelini ödeyen atalarımızı anarken, onların bize miras bıraktığı bu değerleri koruma ve yaşatma sorumluluğunu da derinden hissederiz. Bu zafer, her şeyin bitti sanıldığı anda dahi, bir milletin neler başarabileceğinin en güzel örneğidir.

Bu anlamlı günde, şehitlerimizi, gazilerimizi ve Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ü bir kez daha saygı ve minnetle anıyor, bize bıraktıkları mirasa sahip çıkma sözümüzü yineliyoruz. Zaferimizin 102. yıl dönümünde, onların yaktığı bağımsızlık meşalesini, sonsuza dek sönmemesi için kalbimizde taşımaya devam edeceğiz.

Zafer Bayramımız kutlu olsun!

28 Ağustos 2024 Çarşamba

 A somber and powerful image depicting the theme of rising violence against women. The image shows a dark, shadowy environment with a single, bright light illuminating a pair of women's eyes filled with fear and sadness. In the background, vague silhouettes of women are fading into the darkness, symbolizing lost lives. The setting is heavy with emotion, conveying the gravity and sorrow of the issue. The color palette is dominated by deep blacks and greys, with subtle hints of red to symbolize both danger and loss.


Sessiz Çığlıklar: Artan Kadın Cinayetlerine Dair Bir Mektup

Bir kadının gözleri, hayatın tüm renklerini içinde barındırır. Sevinç, hüzün, umut, mücadele... Ancak ne yazık ki, bu gözler bazen korkunun ve çaresizliğin gölgesinde kalıyor. Her geçen gün bir kadın daha hayattan koparılıyor, bir umut daha söndürülüyor. Kadın cinayetleri, sadece bir cana kıyılmakla kalmaz; ardında bıraktığı yas, toplumun her kesiminde derin yaralar açar. Bir annenin, kız kardeşin, dostun kaybı, sadece bir ailenin değil, bir milletin de kaybıdır. Her öldürülen kadın, geleceğimizden koparılan bir parçadır.

Bir insanın yaşam hakkı, en temel haklardan biridir. Ancak her kadın cinayetinde, bu hak acımasızca ihlal ediliyor. Cinayetler, sadece bireylerin değil, toplumsal bir sorun olarak hepimizin sorumluluğunda. Bu cinayetler, çoğu zaman sessiz çığlıklarla başlar. Bu çığlıklar, bazen duyulmaz, bazen ise duyulsa bile göz ardı edilir. Ne yazık ki, toplum olarak bu çığlıkları duymak ve gerekeni yapmakta çoğu zaman yetersiz kalıyoruz.

Bu cinayetlerin arkasında yatan nedenler, derin toplumsal sorunlardan kaynaklanıyor. Kadına yönelik şiddetin normalleştirilmesi, cinsiyetçi zihniyetler, yetersiz yasalar ve etkisiz cezalar bu sorunun kökeninde yer alıyor. Toplumda kadının yeri, hala birçok kişi tarafından ikinci planda görülüyor. Bu zihniyet değişmeden, kadın cinayetlerinin son bulması mümkün değil.

Kadınlar, toplumun her alanında var olmalı, seslerini duyurabilmeli ve kendi hayatlarını özgürce şekillendirebilmeli. Ancak bu, yalnızca kadınların mücadelesiyle değil, tüm toplumun ortak çabasıyla mümkün olabilir. Eğitimden yasalara, toplumsal bilinçten bireysel sorumluluğa kadar her alanda köklü değişiklikler yapılmalı.

Her kadın cinayetinde, adaletin ve insanlığın bir parçası daha eksiliyor. Oysa ki, her kadın yaşamalı, kendi hikayesini özgürce yazabilmeli. Biz, bu hikayelerin sonuna “Mutlu son” yazmak istiyoruz. Sessiz çığlıkların son bulduğu, her kadının güvenle nefes alabildiği bir dünya için mücadele etmeliyiz. Bu mücadele, sadece kadınların değil, insanlığın mücadelesidir.

Bir gün, bir kadın daha kaybedilmeyecek. Bir gün, bu sessiz çığlıklar son bulacak. Ve o gün, insanlık gerçekten kazandığını hissedecek. O güne kadar, her birimiz sorumluluğumuzu yerine getirmeli, kadınların hayat hakkını savunmalı ve bu mücadelede bir adım daha ileri gitmeliyiz.

Unutmayalım ki, bir kadının yaşam hakkı, insanlığın onurudur. Bu onuru korumak, hepimizin görevidir.

27 Ağustos 2024 Salı



 Hayat, sürekli değişen bir dizi deneyimden ibaret. Her yeni gün, her yeni karşılaşma, bize farklı bakış açıları, farklı zevkler ve yeni tutkular sunar. Bazen bu değişiklikler öyle derin olur ki, kendimizi bambaşka biri gibi hissederiz. Zevklerimiz değişir, beğenilerimiz farklılaşır, hatta hayallerimiz bile yeniden şekillenebilir. Bu doğal bir süreçtir; çünkü bizler yaşayan, nefes alan, düşünen varlıklarız. Gelişiriz, öğreniriz ve büyürüz.

Ancak tüm bu değişimlerin ortasında, bizi biz yapan bazı sabit noktalar vardır. Hayatımızın çizgisi dediğimiz, derinlerde bir yerde saklı duran ve bizi yönlendiren bir pusula gibidir bu. Her ne kadar zamanla bu çizgiye eklemeler yapabilir, belki de bazı kısımlarını yeniden çizebilirsek de, onun özü, bizim kim olduğumuzu, neyi gerçekten önemsediğimizi ve hayatımızda nelerin vazgeçilmez olduğunu yansıtır.

Bu çizgi, belki çocukluktan kalan bir hatıradır. İlk kez kalbimizin çarptığı o an, hayal ettiğimiz o büyük rüya, ya da kimliğimizin temel taşını oluşturan bir değer. Zamanla bu çizgiye farklı renkler, yeni tonlar eklenir. Deneyimler, dostluklar, başarılar ve hayal kırıklıklarıyla bu çizgi zenginleşir. Ama onun temeli, bizim özümüzdür.

Zevkler değişir; bir zamanlar en sevdiğimiz şarkı şimdi kulağımıza sıradan gelebilir, bir dönem hayran olduğumuz bir sanat eseri şimdi bize hitap etmeyebilir. Ama o temel çizgi, bu değişimlerin ötesinde durur. Çünkü o çizgi, bizim en derin arzularımızın, korkularımızın ve umutlarımızın izlerini taşır.

Bu çizgiye sahip olmak, hayatın her anında bizi yönlendiren, kararlarımızı şekillendiren, hatta en zor anlarda bile bizi ayakta tutan bir kuvvettir. Değişimlerin içinde kaybolmak kolaydır, ama bu çizgiye tutunmak, kim olduğumuzu unutmamak demektir. Belki de en büyük güç, bu değişimlerin içinde bile kendimizi kaybetmemek, çizgimize sadık kalmaktır.

Çünkü hayatta, ne kadar değişirsek değişelim, bazı şeyler hep sabit kalmalıdır. Ve bu sabitler, hayatımızı anlamlı kılan, bizi biz yapan, zamanın ötesinde değer taşıyan şeylerdir. Bu yüzden, zevklerimiz değişse bile, çizgimiz bizi her zaman doğru yolda tutar.

25 Ağustos 2024 Pazar


 Atatürk'ü anlamak, bir milletin yeniden doğuşunu, umutsuzluk içinde filizlenen bir umudu, ve karanlıkta parlayan bir ışığı anlamaktır. O, sadece bir asker ya da bir devlet adamı değildi; o, milyonların kalbine umut eken, onlara yeniden ayağa kalkma cesareti veren bir liderdi.

Kurtuluş Savaşı’nın en zorlu günlerinde, Atatürk’ün gözlerinde bir milletin kaderi vardı. O gözler, yorgun ama kararlıydı; kararlı ama yalnızca kendi milletini değil, tüm insanlığı kucaklayan bir sevgiyle doluydu. Çünkü Atatürk, milletine sadece bağımsızlık vaat etmiyordu; aynı zamanda onlara insan olmanın onurunu, özgür yaşamanın güzelliğini ve geleceğe umutla bakmanın anlamını öğretiyordu.

Atatürk’ü anlamak, onun yüreğindeki derin sevgiyi hissetmektir. Bu sevgi, yalnızca bir toprak parçasına ya da bir bayrağa duyulan sevgi değildi. O, milletini her şeyin üstünde tutan, onların mutluluğunu ve refahını her şeyin önüne koyan bir liderdi. Onun için vatan, sadece bir coğrafya değil, üstünde yaşayan insanların hayalleri, umutları ve gelecekleriydi.

Cumhuriyetin ilanı, halkın egemenliğini, bireyin özgürlüğünü müjdeleyen bir şafak vaktiydi. Atatürk’ü anlamak, o sabahın ışığını kalbinde hissetmektir. Her reform, her inkılap, Türk milletinin aydınlık geleceği için atılmış bir adımdı. Onun amacı, sadece bir ülke kurmak değil, aynı zamanda insanlık onurunu yücelten, özgür ve çağdaş bir toplum yaratmaktı.

Atatürk’ü anlamak, onun azim ve kararlılığının arkasında yatan derin sevgiyi anlamaktır. O, halkını hiçbir zaman yalnız bırakmadı; her zorlukta, her karanlıkta onların yanında oldu. Onun en büyük mirası, milletine olan bu derin bağlılığı ve inancıydı.

Atatürk’ü anlamak, onun “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözlerinin ardındaki barış özlemini yüreğinde duymaktır. O, savaşı mecbur kalmadıkça bir cinayet olarak görmüş, barışı ise insanlığın en yüce hedefi olarak benimsemiştir. Bu nedenle, Atatürk’ü anlamak, onun barışa olan inancını ve insanlığa duyduğu sevgiyi yürekten benimsemektir.

Atatürk’ü anlamak, sadece onu anmak değil; onun ideallerini yaşatmak, onun açtığı yolda ilerlemektir. O, geleceğe dair en büyük umudunu gençlere emanet etti, çünkü biliyordu ki bu milletin kalbindeki ateş, gençlerin cesaretinde ve azminde sonsuza dek yanacaktı.

Onu anlamak, işte bu ateşi diri tutmak; onun bize miras bıraktığı değerlere sahip çıkmak, ve her şeyden öte, insan olmanın, bağımsız yaşamanın, ve özgürlüğün ne denli kıymetli olduğunu unutmamaktır. Atatürk’ü anlamak, onun yüreğinde atan sevgiyi, o sevginin bizi her zorluktan çıkaran gücünü hissetmektir.

20 Ağustos 2024 Salı


Hayatı Biraz da Deliliğe Vurmak Lazım Azizim

Bazen hayatta o kadar ciddiye alırız ki her şeyi, unuturuz aslında ne için yaşadığımızı. Günlük koşuşturmalar, sorumluluklar, bir türlü bitmeyen yapılacaklar listesi... Derken bir bakarız, hayatın tadını çıkarma fırsatını kaybetmişiz. Oysa, biraz da deliliğe vurmak lazım azizim. Çünkü bu hayat, kurallara boyun eğmekle değil, kuralları eğip bükmekle güzel.

Delilik deyince yanlış anlamasın kimse; aklıselimden sapmaktan bahsetmiyorum. Bahsettiğim, yaşamı bazen kendi bildiğimiz gibi, biraz da kaotik, biraz da sıradışı bir şekilde yaşamaktır. Hayatın rutinini kırmak, sıradanlığa meydan okumaktır. Rüzgara karşı yürümek, yağmurda ıslanmayı göze almak, belki de hiç bilmediğin bir yolda kaybolmaktır.

Çünkü aslında delilik, hayatı olduğu gibi kabul etmemektir. "Neden böyle?" diye sormak, "Başka türlü olabilir mi?" diye düşünmektir. Bu sorgulamalar bizi yeni ufuklara taşır, belki de hayatta hiç yapmadığımız şeyleri yapmaya cesaret verir. İşte o anlarda yaşadığımız heyecan, hayatın anlamını yeniden keşfetmemizi sağlar.

Unutma azizim, sıradanlıkta boğulmak, hayatın en büyük tuzaklarından biridir. Evet, güvenli sular cazip gelir, ama asıl güzellik, bilinmeyene yelken açmaktan geçer. Bazen en büyük risk, hiçbir risk almamaktır.

Deliliğe vurduğun zamanlar olur, hayatta. Belki de o zaman, başkalarının anlamadığı bir şeyleri görürsün. O anlarda, hayatın gerçek tadını almaya başlarsın. Çünkü gerçekten yaşamak, sadece nefes almak değil, ruhunu özgür bırakmaktır. Biraz da o özgürlüğü hissetmek için, hayatı deliliğe vurmak gerek.

Sonuçta, bu hayat senin. Nasıl yaşayacağını, neleri göze alacağını, hangi maceralara atılacağını sen seçersin. Ve inanın ki, biraz delilik, bu seçimleri çok daha anlamlı kılar.

O yüzden, cesur ol. Biraz da deliliğe vur bu hayatı, azizim. Çünkü hayat, en çok da cesaret edenlerin yüzüne güler.

 

18 Ağustos 2024 Pazar


Sarah Jio'nun "Londra'dan Sevgilerle" adlı eseri, yazarın tipik anlatım tarzıyla bir kez daha aşk, kayıplar ve geçmişle yüzleşme temalarını işliyor. Roman, aile bağlarının, kişisel keşiflerin ve Londra'nın eşsiz atmosferinin iç içe geçtiği sürükleyici bir hikâye sunuyor.

Konu:

Roman, Valentina Baker isimli Amerikalı bir kadının hikâyesini anlatıyor. Valentina, annesi Eloise'in ölümünden sonra, miras kalan eski bir kitapçıyı devralmak için Londra’ya taşınır. Valentina, annesiyle zor bir ilişkisi olan, onun hayatını tam anlamıyla anlayamayan bir karakterdir. Ancak Londra’ya geldiğinde, geçmişin izlerini sürerken annesi hakkında hiç bilmediği sırları öğrenir.

Annesinin bu büyüleyici kitapçıyı neden ona bıraktığını ve neden hayatlarının bir noktasında Valentina’yı terk ettiğini araştırırken, Valentina’nın hem annesiyle ilişkisi hem de kendi hayatı yavaş yavaş çözülmeye başlar. Bu süreçte Valentina, geçmişin ağırlığını omuzlarında taşırken, Londra’nın büyüleyici ve tarihi atmosferinde kendi içsel yolculuğuna çıkar.

Temalar:

  1. Aile İlişkileri ve Kayıp: Valentina ve Eloise'in karmaşık anne-kız ilişkisi kitabın temel temasını oluşturur. Valentina, yıllarca annesinin onu neden terk ettiğini anlamaya çalışırken, Eloise'in ardında bıraktığı ipuçları sayesinde, geçmişteki büyük fedakârlıkları ve yanlış anlaşılmaları keşfeder. Bu keşif, Valentina'nın hem annesiyle hem de kendisiyle barışmasına yardımcı olur.

  2. Kendini Bulma ve Kişisel Keşif: Valentina, Londra’da geçirdiği süre boyunca sadece annesinin hayatını değil, aynı zamanda kendi kimliğini de keşfeder. Annesinin geçmişindeki zorluklar ve sırlar, Valentina’nın kendi hayatındaki boşlukları doldurmaya başlar. Bu, onun hem duygusal hem de ruhsal olarak büyümesine olanak tanır.

  3. Aşk ve İkinci Şanslar: Roman boyunca Valentina, sadece ailesel anlamda değil, aşk konusunda da ikinci bir şans elde eder. Londra’da, yeni insanlarla tanışırken, kendisine ve hayata dair umut dolu bir yaklaşım geliştirir.

  4. Nostalji ve Tarih: Sarah Jio, Londra’nın tarihi dokusunu çok güzel bir şekilde romana yedirir. Kitapçı, sadece bir miras değil, aynı zamanda Valentina ve annesinin geçmişiyle bağlantı kurduğu bir sembol haline gelir. Londra’nın dar sokakları, antik kitapları ve nostaljik atmosferi, hikâyenin duygusal tonunu derinleştirir.

Karakterler:

  • Valentina: Annesiyle ilişkisi karmaşık olan bir kadın. Hayatında zor bir dönemden geçerken annesinin ona miras bıraktığı kitapçıyı devralması, Valentina’nın hayatını yeniden gözden geçirmesine ve annesinin hayatını daha derinden anlamasına yol açar.
  • Eloise: Valentina’nın annesi, geçmişte yaptığı seçimlerle kızını derinden etkileyen bir karakterdir. Onun hayattayken yaptığı fedakârlıklar ve gizemler, Valentina’nın Londra’daki keşif yolculuğunda açığa çıkar.
  • Diğer karakterler: Valentina’nın Londra’daki yeni arkadaşları ve çevresi, ona yeni bir başlangıç ve destek sunar. Bu karakterler, Valentina'nın annesiyle olan ilişkisini ve kendini keşfetme sürecini tamamlamasında yardımcı olurlar.

Yazarın Anlatım Tarzı:

Sarah Jio, yine akıcı ve duygusal derinliği olan bir anlatımla okuyucuyu içine çeker. Geçmiş ve şimdi arasındaki geçişleri ustalıkla harmanlayarak, karakterlerin iç dünyasını ve yaşadıkları değişimleri derinlemesine işler. Londra’nın atmosferini hissettiren betimlemeleriyle okuyucuyu şehri keşfetmeye teşvik ederken, aynı zamanda kitabın merkezindeki duygusal yolculuğu da etkili bir şekilde sunar.

Sonuç:

"Londra'dan Sevgilerle", Sarah Jio’nun kendine has üslubuyla aile bağlarını, geçmişle hesaplaşmayı ve kişisel gelişimi konu alan, duygusal derinliği yüksek bir roman. Kitap, yalnızca Valentina'nın değil, okurun da geçmişle ilgili sorgulamalar yapmasını sağlayacak incelikli bir anlatıya sahip. Jio’nun sadık okuyucuları için tatmin edici bir hikâye sunarken, yeni okuyuculara da Londra'nın büyülü atmosferinde geçen dokunaklı bir macera vadediyor.

 

17 Ağustos 2024 Cumartesi


 Her bireyin bir sokak, bir cadde olduğu, yolların birbirine bağlandığı, hiçbirinin tek başına ayakta kalmadığı bir şehir. Her köşesi tanıdık, her caddesi güvenli ve her sokağı kalbinin derinliklerine dokunan bir yer. Bu şehirde bir bedende açılan bir kesik, bir binanın zarar görmesi gibidir. Fakat o bina, tek başına değil, diğer binaların desteğiyle yeniden ayağa kalkar. Çünkü bu şehirde kimse yalnız değildir. Her çatlak, her yara, birlikte onarılır.

Şehrin merkezinde annenin sevgiyle attığı ilk temeller vardır; o temel, sokaklara kadar yayılan güveni ve sıcaklığı taşır. O temelin hemen yanında, babanın emekle ördüğü duvarlar yükselir; güçlü, sağlam ve her fırtınaya karşı korunaklıdır. Kardeşler ise bu şehri birbirine bağlayan köprülerdir; biri yıkıldığında, diğerleri hep orada, ayağa kaldırmak için bekler.

Bir yara açıldığında, şehrin ışıkları bir anlığına sönse bile, herkes elinde bir mumla birbirine koşar. Hiçbir sokak karanlıkta kalmaz. Acı bir sokakta yankılandığında, diğer caddeler hemen ona yönelir; eller uzanır, yaralar sarılır. Bu şehirde bir evin duvarları çatlasa bile, yanındaki evler hep destek olur. Çünkü burada yalnızca bir bina değil, tüm şehir birlikte ayakta kalır.

Aile şehri, her yarayı birlikte sarar. Bir sokakta açılan kesiği, başka sokaklar iyileştirir. Birinin canı yandığında, herkes onun acısını paylaşır. Şehir, acıyı kendi içinde evirir, dönüştürür ve şefkatle sarar. Zaman geçtikçe, o yara iyileşir, izi belki kalır ama o iz, sevgiyle örülmüş duvarlarda bir hatıra olarak durur. O iz, yalnız olmadığının, her zorlukta yanındaki ellerin sana uzandığının bir sembolüdür.

Bu şehirde her yol, birbirine çıkar. Her sokak bir kalp, her cadde bir el gibidir. Ne kadar büyük olursa olsun, ne kadar karmaşık görünürse görünsün, en sonunda her şey, kalpten kalbe uzanan o yollarla birbirine bağlanır. Aile, bir şehirdir; her yarayı birlikte iyileştiren, her fırtınaya birlikte göğüs geren bir sevgi şehri.


 


Bazı insanlar, içlerinde barındırdıkları karanlığın derinliğini saklamaya bile ihtiyaç duymazlar. Onlar, kötülüğün ta kendisidir. Doğuştan ya da sonradan, fark etmez; içlerinde saf bir zehir taşırlar. Onlarla karşılaştığınızda, sanki ruhunuzun derinliklerinde bir ürperti hissedersiniz. O bakışlarda, o sahte gülümsemelerde saklanan bir boşluk vardır; bir anlam arar ama bulamazsınız. İşte o an anlarsınız: Karşınızdaki kişi, insanlıktan uzaktır. Sanki her adımı, başkalarının çöküşünden keyif alan bir yırtıcının izlerini taşır.

Bu insanlar, zararsız görünen maskeler ardına saklanmazlar. Hayır, aksine kötülüklerini gururla sergilerler. Başkalarının acılarına kayıtsız kalmanın ötesinde, bu acılardan beslenirler. Sanki dünyayı bir oyun tahtası, insanları ise birer piyon gibi görürler. Her hamlede, birinin düşüşü, bir diğerinin çöküşü onlar için sadece bir zaferdir. Her gün, başkalarının umutlarını çiğnemek için yeni yollar bulurlar, çünkü onlar için iyilik ya da merhamet gibi kavramlar birer zayıflıktır.

Belki de en korkutucu olanı, bu insanların bir amaç gütmeden, sadece kötülük yapma arzusu taşımalarıdır. Saf kötülük, her şeye ve herkese zarar vermek için bir neden aramaz. Orada, karşınızda durur ve sizi yok etmek ister; çünkü varlığı, yok etmekle anlam bulur.

Bu yazıyı neden mi yazdım? 

Cevap belli...Bir şehrin can damarları koparken , bir çok canlının yaşam alanı kül olurken, geleceğimiz kavrulurken ; oh olsun diyenler var hala...

Saf kötülük bu işte...

Dini,dili , yaşam tarzı farklılık gösterebilir, senin düşüncen bana ters gelebilir, benim ki sana aykırı gelebilir...Eeee bundan neden bu kadar hazımsız bazı kitleler benim dimağımın almadığı konu bu...

Evler yanıyor, ormanlar küle dönüyor ; mutluluğunuz bu mu dur? ...

Hala anlamayacağım bu dili bu fikri bu zihniyeti...Bu dünya üzerindeki vahşeti...Cehaletinizin boyutları arşa değmişken unutmayın biz küllerimizden doğar yine ayağa kalkarız..Kalkarız da siz bu cehaletinizle bir arpa boyu yol alamazsınız........


6 Ağustos 2024 Salı

 Kırarım zincirlerimi, özgürlüğümün önünde duran her engeli paramparça ederim. Zincirler ne kadar güçlü olursa olsun, irademin gücüyle onları kırar, yeniden doğarım. Boynuma dolanan her halkayı bir bir koparır, özgürlüğe giden yolda cesur adımlarla yürürüm. Kendi zincirlerimi kendim kırar, hayatımın kontrolünü elime alırım. Zincirlerimden kurtuldukça, içimdeki gücün ne kadar sınırsız olduğunu bir kez daha keşfederim.

Devlet Düşmanı ( Enemy of the State ) 1998 Fragman (Trailer)


Devlet Düşmanı (Enemy Of The State)

1999 yapımı bir Will Smith filmi.Çok fazla tv de görmediğim bir film.Geride kalmış hazinelerden biri olduğunu düşündüğüm bir filmdir.Konusuna gelince;

Robert Dean, tesadüfen önemli bir siyasi cinayetin delilerini ele geçirir. Bir anda hükümete bağlı bir istihbarat servisinin hedefi haline gelen Dean için hayat kabus haline gelir.   Yüksek teknoloji ürünü haberalma cihazları ve tehlikeli ajanlar Dean'in peşine düşmüştür. Devletin sahip olduğu, insanları kolayca gözetleyebilmeyi sağlayan yüksek teknolojik imkanlar, ona neredeyse kaçacak nokta bırakmamıştır. Ama tüm bu imkansızlıklara rağmen Dean, hayatını, ailesini ve kariyerini kurtarmak zorundadır.

Kurgusu muazzam, akıcı ve akılcı bir senaryo.Şiddetle tavsiye ederim.

5 Ağustos 2024 Pazartesi


Özgürlük nedir,

En basit tanımı ile ; bireyin kendi iradesiyle seçimler yapabilme ve bu seçimleri uygulayabilme yeteneğidir. Bu, kişinin dış baskı ve kısıtlamalardan bağımsız olarak hareket edebilme durumunu ifade eder. İşte anahtar sözcük; kısıtlama....

Konu burda bitiyor da diyebiliriz lakin bitmiyor..

Kendimi bildim bileli , hayattaki en büyük gücün bilgi olduğunu savunurum.Doğru ya da yanlış, yararlı ya da değil, bu seçim benim ..Benim , altını çize çize büyük puntolarla dikte ederim...BENİM.

Genel geçer toplum kurallarına uydukça (ki bu kime göre o da büyük bir tartışma konusu), herhangi bir ahlaki değeri açıkça savunmuyorsa ( ki çoğu zaman bu da kişiye göre değişir), benim vatanıma , toprağıma net bir hainlik beslemiyorsa (ki bu da bu aralar alenen yapılmakta da görebilen çok az),kimsenin canına ya da malına bir kast yoksa; 

neyi seyredeceğim, neyi dinleyeceğim , neyi okuyacağım , neye inanacağım , neyi savunacağım ....bu liste uzar gider...

Ayrıca bir kadın olarak; evlendikten sonra soyadımın ne olacağını, kaç çocuk doğuracağımı ya da doğurmayacağımı ben belirlerim.

Bazı insanlar bazı yetkilerini aşmak şöyle dursun artık hadlerini de aşmış durumdalar...Bizi temsil etme yetkisi adı üstünde temsil et. Benim adıma karar verme yetisi bana aittir. Bu yetiyi devretmedim kimse de devretmedi.

Yoksulluğun her sokak başında kol gezdiği, insani değerlerin adının bile anılamadığı , hukuk  ;hah o var mıydı ya...

Yazımı bitirirken Süleyman Apaydın 'ın kaleminden şu şiiri de hatırlatmak isterim

Ey milletim
Ben Mustafa Kemal'im
Cagin gerisinde kaldiysa düsüncelerim
Hala en hakiki mürsit degilse ilim
Kurusun damagim dilim
Özür dilerim

Unutun tüm dediklerimi
Yikin diktiginiz heykellerimi

Özgürlük hala
En yüce deger
Degilse eger
Prangali kalsin diyorsaniz köleler

Unutun tüm dediklerimi
Yikin diktiginiz heykellerimi

Yoksa cagdas medeniyetin bir anlami
Ortacaga tasimak istiyorsaniz zamani
Bas taci edebiliyorsaniz
Sanatin icine tüküren adami

Unutun tüm dediklerimi
Yikin diktiginiz heykellerimi

Yetmediyse acisi siddetin savasin
Anlami kalmadiysa
Yurtta sulh dünyada barisin
Eger varsa ödülü silahlanmayla yarisin

Unutun tüm dediklerimi
Yikin diktiginiz heykellerimi

Özlediyseniz fesi peceyi
Aydinliga yegliyorsaniz kara geceyi
Hala medet umuyorsaniz
Sihtan seyhten dervisten
Sifa buluyorsaniz
Muskadan üfürükcüden

Unutun tüm dediklerimi
Yikin diktiginiz heykellerimi

Esit olmasin diyorsaniz kadinla erkek
Karacarsafa girsin diyorsaniz
Yobazin gazabindan ürkerek
Diyorsaniz ki okumasin
Kadinimiz kizimiz
Budur bizim alin yazimiz

Unutun tüm dediklerimi
Yikin diktiginiz heykellerimi

Fazla geldiyse size
Hürriyet cumhuriyet
Özlemini cekiyorsaniz
Saltanatin sultanin
Hala önemini anlayamadiysaniz
Millet olmanin
Kul olun
Ümmet kalin
Fetvasini bekleyin sayhül islamin
Unutun tüm dediklerimi
Yikin diktiginiz heykellerimi
RAHAT BIRAKIN BENI



 Merhabalar;

Belinda Bauer den Kopma Noktası...

Okudum bitti..

Çift ödüllü bir kitap...

Kısaca annesinin kayboluşunun ardından üç kardeşin yalnız kalması, ve en büyük kardeşin annesinin katilini arayış çabası olarak anlatabilirim.

İyi bir giriş ile başladı fakat daha sonra işler biraz karışık bir hal aldı.Dolu dolu bir kurguya sahip olduğunu düşünmüyorum ama okunabilecek güzel bir kitap.

- Yılın Polisiye & Gerilim Romanı 

Specsavers Ulusal Kitap Ödülleri

 

- 2018  Man Booker Ödülleri Adayı 

 

Eileen Bright arızalanan arabasını yol kenarına çeker. Sorumluluğu on bir yaşındaki oğlu Jack'e verip üç çocuğunu geride bırakarak yardım çağırmak için araçtan ayrılır. Ancak asla geri dönmez. 

 

Olaydan üç yıl sonra Jack hâlâ kız kardeşlerinden, evde yapayalnız olduklarını kimseye belli etmemekten sorumludur ve annesinin başına gelenlerle ilgili gerçeği öğrenmeye çalışmaktadır. Bu sırada, karnında bebeğiyle evde yalnız olan Catherine While adında genç bir kadın, yatağının yanında bir bıçak ve “Seni öldürebilirdim” yazan bir not bulur… 

...

keyifli okumalar

3 Ağustos 2024 Cumartesi

 İstediğiniz kadar engelleyin güneşin ışıklarını, biz yine buluruz dünyayı ısıtmanın bir yolunu.

Hayat, bazen beklenmedik fırtınalarla doludur. Gök gürler, bulutlar toplanır ve güneşin ışıkları kaybolur. Ancak içimizde bir yerlerde, yanan bir ateş vardır; hiçbir fırtınanın söndüremeyeceği, hiçbir karanlığın gizleyemeyeceği bir ateş.

Düşünün bir an, en karanlık anlarınızı. O anlarda bile içimizdeki umut ışığını hatırlayın. Belki de kaybolduğunuzu düşündüğünüzde bir dost eli uzandı size, ya da en derin yalnızlıklarınızda bir melodi kalbinize dokundu. Hayatın en zorlu anlarında bile, içimizde sakladığımız o küçük ama güçlü ışık, bizi yeniden hayata bağlar.

Bir anne düşünün, çocuğunu kucakladığında hissettiği o tarifsiz sevgiyi. Her zorlukta, her engelde, o sevgi onu ayakta tutar, ileriye taşır. Gözyaşları dökülse de, yüreğinde bir umut saklar. Çünkü bilir ki, hiçbir engel onun sevgisinin gücünü azaltamaz. Güneşin ışıkları engellense de, o sevgiyle dünyayı ısıtır.

Bir genç düşünün, hayalleri ve umutlarıyla dolu. Kimi zaman toplumun baskıları, beklentileri, korkuları onu karanlığa sürüklese de, içinde yanan bir ateş vardır. O ateş, hayallerine olan inancı ve kararlılığıdır. Her düşüşte, o ateş onu ayağa kaldırır, yeniden başlatır. Güneşin ışıkları engellense de, o genç hayalleriyle dünyayı aydınlatır.

Bir halk düşünün, baskıcı bir rejimin gölgesinde yaşam mücadelesi veren. Her gün özgürlükleri kısıtlanan, sesleri bastırılan, umutları karartılan. Ancak içlerinde, yanan bir ateş vardır; adalet ve özgürlük ateşi. Bu ateş, onları zorluklara karşı birleştirir, birlikte ayağa kalkmalarını sağlar. Güneşin ışıkları engellense de, o halk özgürlük tutkularıyla dünyayı ısıtır.

Bizler, içimizde sakladığımız bu küçük ama güçlü ışıkla, her türlü karanlığı aşabiliriz. Çünkü bu ışık, sevgimizin, umutlarımızın ve hayallerimizin yansımasıdır. Güneşin ışıkları engellense de, bizler içimizdeki bu ışıkla dünyayı ısıtmanın bir yolunu buluruz. Ve her engelde, her zorlukta, bu ışık bizi ileriye taşır, yeniden başlatır.

Hayatın getirdiği zorluklar, bizim içimizdeki gücü sınar. Ancak bizler, her zaman bu sınavlardan daha güçlü çıkarız. Çünkü içimizde yanan ateş, güneşin ışıklarından daha parlak, daha kalıcıdır. O ateş, bizim insan olma gücümüzdür, sevmemizdir, umut etmemizdir. Ve bu güçle, bizler her zaman dünyayı ısıtmanın bir yolunu buluruz.

Bir toplumun sesini kısabilir, umutlarını söndürmeye çalışabilirsiniz. Ama içindeki adalet ve özgürlük tutkusunu asla yok edemezsiniz. O tutku, her zaman bir yol bulur, her zaman yeniden doğar. Çünkü bizler, güneşin ışıkları engellense de, dünyayı ısıtmanın bir yolunu buluruz. Ve her engelde, her zorlukta, bu tutku bizi ileriye taşır, yeniden başlatır.