27 Mayıs 2025 Salı


Kamelyalı Kadın (La Dame aux Camélias), Fransız yazar Alexandre Dumas Fils tarafından 1848 yılında yazılmış ve 1852’de tiyatroya uyarlanmıştır. Aşk, fedakârlık ve toplumun ikiyüzlülüğü temalarını derinlemesine işleyen bu eser, klasik dünya edebiyatının en dokunaklı romantik romanlarından biridir.

Roman, Paris'te yaşayan zengin bir hayat kadını olan Marguerite Gautier ile genç bir burjuva olan Armand Duval arasındaki trajik aşk hikâyesini anlatır.

Marguerite, güzelliği ve gösterişli yaşam tarzıyla tanınan bir kadındır. Armand, onu ilk gördüğü andan itibaren içtenlikle âşık olur. Başlangıçta Marguerite, Armand’ın duygularına karşılık vermez ama zamanla onun samimiyetine ve sevgisine yenik düşer.

İkili, Paris'in dışına taşınıp daha sade bir yaşam sürmeye karar verir. Ancak Armand’ın babası bu ilişkiyi öğrenince, aile onurunu ve kız kardeşinin geleceğini gerekçe göstererek Marguerite’yi terk etmesi için ikna eder. Marguerite, Armand'ı korumak ve onun toplumdaki konumunu zedelememek adına büyük bir fedakârlık yapar ve onu hiçbir açıklama yapmadan terk eder.

Armand bu terk edilişi yanlış anlayarak öfkeyle karşılık verir. Marguerite ise hastalığı ilerledikçe yalnızlığa ve yoksulluğa sürüklenir. Roman, Marguerite’in ölümünden sonra onun günlüğü aracılığıyla gerçeklerin ortaya çıkmasıyla sona erer.

Kamelyalı Kadın, aşkın yalnızca tutku değil, aynı zamanda fedakârlık ve anlayış gerektirdiğini anlatan güçlü bir dramdır. Dumas Fils, kendi hayatında gerçekten tanıdığı bir kadından (Marie Duplessis) esinlenerek yazdığı bu eserde, toplumun dışladığı bir kadının iç dünyasını insani bir şekilde sunar.

Marguerite Gautier, dönemin ahlaki yargılarına rağmen sevginin en yüce hâlini temsil eder. Yaptığı fedakârlık, onu trajik bir kahraman yapar. Armand ise aşkı anlamakta geç kalan bir adamdır. Bu gecikme, Marguerite’in hayatına mal olur.

Roman, sınıf ayrımı, kadınlara biçilen roller, toplumsal ikiyüzlülük gibi temalarla bugün bile güncelliğini korur. Duygusal anlatımı, sade dili ve karakter derinliğiyle edebiyatseverlerin kalbinde yer etmiş bir eserdir.


 

24 Mayıs 2025 Cumartesi

"DOĞRUYU SÖYLE / CONCUSSION" 11 Mart 2016'da Sinemalarda!...


Doğruyu Söyle, gerçek bir hikâyeye dayanan ve Dr. Bennet Omalu’nun mücadelesini anlatan bir biyografik dram filmidir. Nijeryalı adli tıp doktoru Omalu, Amerikan futbolu oyuncularının beyinlerinde Kronik Travmatik Ensefalopati (CTE) adı verilen ciddi bir hasar fark eder. Bu keşfi, Amerikan Futbol Ligi (NFL) için büyük bir tehdit haline gelir. Omalu, bilimsel gerçekleri ortaya koymaya çalışırken büyük bir kurumla, medya baskısıyla ve kişisel zorluklarla yüzleşmek zorunda kalır.

Doğruyu Söyle, hem bireysel cesareti hem de kurumsal direnişi çarpıcı şekilde gösteren bir yapım. Will Smith’in performansı oldukça etkileyici; aksanıyla, duygusuyla ve duruşuyla Dr. Omalu’ya saygı duruşunda bulunuyor adeta. Film, sadece bir bilim insanının öyküsü değil; aynı zamanda sistemin, gerçeği susturma güdüsünü nasıl kullandığını gösteriyor.

Beni en çok etkileyen tarafı, Omalu’nun "gerçeği söylemenin bir yük" olduğunu fark ettiği anlar oldu. Bilgiye sahip olmak bazen yalnızlık getirir; film de bunu çok iyi hissettiriyor. Bazı yerlerde tempo yavaş olabilir ama anlatmak istediği mesaj bu tür bir derinlik gerektiriyor.

Eğer bilim, adalet ve insan iradesiyle ilgili filmleri seviyorsanız, Doğruyu Söyle sizi tatmin edecektir. Ayrıca Amerikan futbolunun arkasındaki karanlık yönü öğrenmek açısından da öğretici bir film.

22 Mayıs 2025 Perşembe

Gerilim Hattı 2009 (Vertige / High Lane) Film Fragmanı




2009 yapımı Fransız gerilim filmi Gerilim Hattı, yönetmen Abel Ferry tarafından çekilmiştir. Film, dağcılık tutkunu beş arkadaşın, kapalı bir tırmanış rotasında yaşadıkları korku dolu macerayı konu alır. Rotanın kapalı olmasına rağmen tırmanışa devam eden grup, kısa sürede kaybolmalar, kazalar ve karanlıkta ortaya çıkan bilinmeyen bir tehditle karşı karşıya kalır. Bu tehlikeli yolculuk, eğlenceli bir maceradan hayatta kalma mücadelesine dönüşür.
Gerilim Hattı, doğa ve hayatta kalma temalı gerilim filmlerini sevenler için izlenebilir bir yapım olabilir.

19 Mayıs 2025 Pazartesi


Nesrin Öz’ün Bibury Cadısı adlı romanı, beni hem duygusal hem de düşünsel anlamda etkileyen kitaplardan biri oldu. Kitap iki ayrı zaman diliminde, iki farklı kadın karakterin (Charlotte ve Ferah) hayatları üzerinden akıyor ama aslında tek bir ruhun, yarım kalmış bir aşkın izini sürüyoruz.

Charlotte, 1860’larda İngiltere’nin küçük bir köyü olan Bibury’de yaşayan, iyilik dolu, yalnız bir kadındır. Bir gün kapısına gelen ve gizemli bir geçmişi olan Arthur’a yardım eder. Bu yardım, kısa sürede güçlü bir aşka dönüşür. Fakat zaman ve kader onların yanında değildir.

Aradan yüzyıllar geçer. İstanbul’da yaşayan Ferah, durduk yere tanımadığı bir adamı rüyalarında görmeye başlar. Hafızasında boşluklar vardır. Sanatla uğraşan Ferah, bir gün tanımadığı bir müşterinin siparişi üzerine yaptığı portrede kendini ve geçmişini keşfeder. Bu portre, Charlotte’un aynısıdır. İşte burada roman asıl gücünü gösteriyor: bir kadının ruhu, bir başka zamanda, bir başka bedende bile kendi geçmişini hatırlayabiliyor.

Bu hikâye bana şunu hissettirdi: Gerçek aşklar zamanı aşar, geçmişin izleri bazen hiç beklemediğimiz anlarda yüzeye çıkabilir. Reenkarnasyon teması her ne kadar doğaüstü görünse de yazar bu temayı duygusal ve sade bir dille çok inandırıcı kılmış.

Kitabın sonunda sadece bir aşk hikâyesini değil, kendini bulma, geçmişle yüzleşme ve affetmenin gücünü de yaşıyoruz. Özellikle Ferah’ın içsel yolculuğu, birçok okuyucunun kendi hayatındaki boşlukları sorgulamasına neden olabilir.


✨ Eğer aşk, gizem ve ruhsal bağlar ilgini çekiyorsa, Bibury Cadısı seni duygusal olarak sarıp sarmalayacak türden bir kitap.

 

14 Mayıs 2025 Çarşamba

Philadelphia (1993) Trailer #1

"Philadelphia", başarılı bir avukat olan Andrew Beckett'in (Tom Hanks) AIDS hastası olduğunu ve eşcinsel olduğunu öğrendikten sonra çalıştığı büyük hukuk firması tarafından işten çıkarılması üzerine gelişen olayları anlatıyor. Beckett, işten çıkarılmasının ardında ayrımcılık olduğunu düşünerek kendisine başta önyargılı olan ancak sonrasında fikrini değiştiren siyahi avukat Joe Miller’ın (Denzel Washington) yardımıyla şirkete dava açar. Film, hem homofobi hem de AIDS ile ilgili sosyal önyargıları cesurca ele alıyor.
Philadelphia, izlediğim en dokunaklı ve bilinç açıcı filmlerden biri. Tom Hanks’in performansı o kadar içten ve sade ki, karakterin yaşadığı ayrımcılığı, yalnızlığı ve umutsuzluğu derinden hissettiriyor. Filmin bir yandan bireysel bir adalet arayışını, diğer yandan da toplumun ötekileştirdiği insanlara karşı nasıl bir dönüşüm yaşayabileceğini göstermesi çok etkileyici. Joe Miller karakterinin gelişimi, özellikle önyargılarla yüzleşmenin ve değişmenin mümkün olduğunu bize anlatıyor. Filmin sonunda çalan Bruce Springsteen’in “Streets of Philadelphia” şarkısı ise uzun süre aklımda kalmıştı.
Tom Hanks' e oscarı getiren bu filmi tekrar hatırlatmak istedim.

13 Mayıs 2025 Salı

İtalyan gazeteci ve yazar Oriana Fallaci tarafından kaleme alınan bu eser, henüz doğmamış bir çocuğa hitaben yazılmış, içsel bir monolog şeklinde ilerleyen bir mektup-roman türündedir. Fallaci, kitabında bir kadının istemeden hamile kalmasını ve bu durumu sorgulamasını anlatır.

Ana karakter, hamile olduğunu öğrendiği andan itibaren toplumun, erkeklerin ve kendi iç dünyasının baskısıyla yüzleşir. Çocuğunu doğurmak ya da aldırmak arasında gidip gelirken, bir yandan da kadınlığın, anneliğin ve birey olmanın derin sorgulamasını yapar. Bu süreçte özgürlük, aşk, korku, sorumluluk ve insanlık gibi temalar derinlemesine işlenir.

Mektup şeklinde yazıldığı için anlatım oldukça samimi ve duygusaldır. Kadının sesi; kırgın, öfkeli, korkulu ve zaman zaman umutludur. Okuyucu, karakterin zihinsel mücadelesine ortak olur.

"Doğmamış Çocuğa Mektup", kadın hakları, bireysel özgürlük ve anne olma kavramları üzerine düşündüren güçlü bir metindir. Fallaci'nin dili yalın ama duygusal yoğunluğu fazladır. Kadının iç dünyasını anlamak ve modern dünyada kadın olmanın zorluklarına empatiyle yaklaşmak isteyen herkes için etkileyici bir eserdir.

Kitap, feminist bir bakış açısıyla yazılmış olsa da asıl başarısı; insanın kendiyle olan savaşını, korkularını ve umutlarını evrensel bir dille anlatabilmesidir.


 

10 Mayıs 2025 Cumartesi

The Wasp - Official Trailer | ONLY IN THEATERS AUGUST 30


Film, çocukluk dönemlerinde yakın arkadaş olan Heather ve Carla’nın yıllar sonra tekrar karşılaşmalarıyla başlar. Heather, dışarıdan bakıldığında kusursuz bir hayata sahiptir: iyi bir işi, güzel bir evi ve varlıklı bir eşi vardır. Ancak içeride bambaşka bir yalnızlık ve bastırılmış duygularla boğuşmaktadır. Carla ise hayatın zorluklarıyla mücadele etmiş, maddi sıkıntılarla geçen, inişli çıkışlı bir yaşam sürmektedir.

Heather, Carla ile bir kafede buluşarak geçmişi yad etmeye başlar; ancak bu buluşmanın aslında çok daha karanlık bir amacı vardır. Heather, Carla’dan onun kocasını öldürmesini ister. Bu teklif, başta şok edici görünse de Carla’nın maddi sıkıntıları ve geçmişte yaşanan bazı travmatik olaylar yüzeye çıkınca hikâye başka bir boyut kazanır.

Film, bu iki kadının geçmişle hesaplaşmalarını, aralarındaki güç dinamiğini ve insan zihninin en karanlık köşelerini cesurca ortaya koyar. Diyaloglar ilerledikçe, izleyiciye geçmişte yaşanan istismar, manipülasyon ve arkadaşlık kisvesi altında oluşan güç oyunları da gösterilir.

The Wasp, minimal mekân kullanımı ve diyalog odaklı yapısıyla tiyatrodan uyarlama bir filmin nasıl sinemaya başarıyla taşınabileceğinin güzel bir örneği. Yönetmen Guillem Morales, sınırlı mekânı avantaja çevirerek izleyicinin dikkati tamamen karakterler üzerinde yoğunlaştırıyor. Bu da filmin psikolojik atmosferini daha da etkili kılıyor.

Filmin temel başarısı, oyunculuklarda yatıyor. Naomie Harris’in kontrollü, bastırılmış bir öfkeyi başarıyla yansıtan performansı ile Natalie Dormer’ın savruk ama kırılgan karakteri mükemmel bir zıtlık yaratıyor. Bu ikili arasındaki gerilim, adeta bir satranç oyunu gibi ilerliyor.

Film sadece bir cinayet planı değil, aynı zamanda kadınlar arası dostluğun, güç dengesinin ve travmaların nasıl şekillendiğine dair derinlikli bir portre sunuyor. İzleyiciye sürekli olarak “Gerçekten kim kurban, kim fail?” sorusunu sorduruyor.

Bazı izleyiciler için temposu zaman zaman yavaş gelebilir; ancak bu yavaşlık, karakter derinliğini kavramak ve alt metinleri keşfetmek adına değerli bir araç olarak kullanılmakta.

8 Mayıs 2025 Perşembe


Katherine St. John’un "Aslanın İni" adlı romanı, lüks ve ihtişamın ardındaki karanlık sırları gözler önüne seriyor. Başarısız bir oyunculuk kariyerine sahip Belle, eski arkadaşı Summer'ın zengin erkek arkadaşı John'un Akdeniz'deki yatında düzenlediği doğum günü tatiline davet edilir. Ancak bu rüya gibi görünen tatil, kısa sürede bir kâbusa dönüşür. Misafirlerin pasaportlarına el konur, internet erişimi engellenir ve katı kurallar uygulanır. Belle, Summer'ın gerçek yüzünü ve John'un karanlık işlerini keşfettikçe, hayatta kalmak için zekâsını ve cesaretini kullanmak zorunda kalır. 


Katherine St. John – Aslanın İni | Kişisel Yorum ve Özet

İlk izlenimim: Kitap kapağını ilk gördüğümde bir yaz tatilinin, belki biraz aşkın ve eğlencenin hikâyesiyle karşılaşacağımı düşündüm. Ama birkaç sayfa sonra atmosfer tamamen değişti: o lüks yat aslında bir “kafes”, karakterler ise iç içe geçmiş sırlarla doluydu.


🧭 Konu Özeti (Kendi Gözümden):

Ana karakter Belle, hayatında çok da parlak bir dönemden geçmeyen biri. Bir gün eski arkadaşı Summer’dan gelen beklenmedik bir davetle, zengin bir adamın yatında Akdeniz tatiline katılır. Ama bu tatil, aslında bir kaçış değil, tam anlamıyla bir tuzak…

Pasaportların toplanması, telefonların alınması, emir-komuta zinciri… Her geçen gün daha da daralan bir çevre ve büyüyen bir paranoya. Okurken gerçekten “Ben olsam ne yapardım?” diye sordum kendime. Tatil değil, bir psikolojik savaş alanıydı.


🧠 Kişisel Yorumum:

Beni en çok etkileyen şey, karakterlerin çok gerçekçi olmasıydı. Summer’ın sahte gülüşleri, John’un karanlık tarafı ve Belle’in içsel direnişi... Hepsi tanıdık duygular. Sanki ben de o yatın içindeymişim gibi hissettim.

Kitap, sadece bir gerilim romanı değil. Aynı zamanda kadın dayanışmasını, güç ilişkilerini ve özgürlük arzusunu çok etkileyici bir şekilde işliyor. Kapanan her kapı, açılan başka bir iç hesaplaşmaya dönüyor.




 İşte Ernest Hemingway’in ünlü eseri "Yaşlı Adam ve Deniz" (The Old Man and the Sea)

"Yaşlı Adam ve Deniz", Kübalı yaşlı bir balıkçı olan Santiago’nun, uzun süre balık tutamadan geçirdiği günlerin ardından, açık denize açılarak dev bir kılıç balığıyla verdiği destansı mücadeleyi anlatır.

Santiago 84 gündür hiç balık tutamamıştır ve bu yüzden çevresindeki insanlar onu "şanssız" olarak görmektedir. En yakınındaki genç çocuk Manolin, ailesinin isteğiyle başka bir teknede çalışmak zorunda kalmıştır ancak hâlâ Santiago’ya büyük saygı duymaktadır.

Santiago, 85. gün yalnız başına denize açılır ve dev bir kılıç balığı oltasına takılır. Balığı yakalamak üç gün sürer. Balık o kadar büyüktür ki teknesine sığmaz. Ancak dönüş yolunda, kan kokusunu alan köpek balıkları Santiago’nun balığını parçalayıp yer. Sonunda sadece iskeletiyle birlikte kıyıya döner. İnsanlar balığın büyüklüğünü görünce yaşlı balıkçının başarısını takdir eder.

Hemingway’in sade ama derin anlatımı, insanın doğayla ve kendi iç dünyasıyla olan mücadelesini etkileyici biçimde gözler önüne seriyor. Santiago karakteri, azmin, yalnızlığın, onurun ve insan ruhunun dayanıklılığının bir sembolüdür.

Balıkla olan mücadele, sadece fiziksel bir savaş değil, aynı zamanda hayatla, yaşlanmayla ve başarısızlık korkusuyla da bir savaştır. Kayıpla biten bu mücadele, aslında büyük bir içsel zaferdir. Hemingway bu kitapla 1954’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır.

Bu kitap, kısa olmasına rağmen çok katmanlı bir yapıya sahiptir ve her yaş grubundan okuyucuda farklı etkiler bırakabilir. Özellikle hayatın anlamı, insanın gücü ve gururu gibi temalar üzerinde düşündürür.

6 Mayıs 2025 Salı


Yağmur Sonrası, geçmişin gölgesinde kalan bir aşkın, yıllar sonra ortaya çıkan bir mektupla yeniden canlanmasını konu alıyor. Romanın merkezinde, 1942 yılında Bora Bora Adası'nda hemşirelik yapan genç Anne var. Nişanlı, saygın bir aile kızı olmasına rağmen, kalbinin sesini dinleyerek Westry adında bir askerle gizli bir aşka yelken açıyor. Aralarındaki bağ derin, dürüst ve kırılgan. Fakat savaşın acımasız koşulları, yaşanan bir trajedi ve hayattaki zor seçimler, onları ayırıyor. Yıllar sonra gelen bir mektup, Anne’in geçmişle yüzleşmesine ve içindeki “acaba”ları yanıtlamaya yöneltiyor.

Yağmur Sonrası, beni duygusal olarak etkileyen, sade ama güçlü bir hikâyeye sahipti. Sarah Jio’nun anlatımı yumuşak, sanki eski bir melodiyi dinler gibi… Hikâyeyi bir aşk romanından fazlası yapan şey; zamanın değiştirici gücü, anıların tortusu ve geçmişle yüzleşme cesareti. Anne’in içsel çatışmaları, okuyucu olarak benim de kendi hayatımdaki “keşke”lerle yüzleşmeme neden oldu. Özellikle "Bir kalp kaç kez sevebilir?" ve "Hayat bizi seçmediğimiz yollara sürüklediğinde pişmanlıklar kaçınılmaz mı olur?" gibi soruları zihnime kazıdı.

Bazı yerlerde temponun düştüğünü hissettim ama bu, atmosferi sindirmek için aslında güzel bir duraklama gibi geldi. Ayrıca Sarah Jio’nun mekan betimlemeleri — özellikle Bora Bora’daki o gizli bungalov — zihnimde sinematik görüntüler oluşturdu.


 

4 Mayıs 2025 Pazar


Mutluluk Dediğin Bir Dilim Börekse, Biz Pasta Hayal Ediyoruz

Modern çağ: Herkesin cebinde süper telefonlar, akıllı saatler, kahve bardakları üzerinde yazılı isimler... Ama gel gör ki kimse gerçekten "iyi misin?" diye sormuyor. Mutluluk? Onu da sanki bir aplikasyon gibi sanıyoruz: indir, aç, mutlu ol. Ama gerçek hayatta o iş öyle yürümüyor. Gerçek mutluluk, annenin böreği fırından çıkarıp "ilk sen ye" dediği andadır. 

Küçük mutluluklar... Onlar cepte taşınan umut gibidir. Mesela sabah kahveni dökmeden masaya ulaştırmak. Ya da uzun süredir görmediğin arkadaşından gelen “özledim” mesajı. Bunlar minik şeyler gibi görünür ama psikolojik bakımdan kocaman sarılmalardır. Düşünsene; bazı insanlar ayda üç kez yoga yapıp, kendini evrenle hizaya sokmaya çalışırken, sen sırf otobüs şoförü seni bekledi diye gün boyu neşelisin. Bu farkı ciddiye al!

Sosyal medya algoritmaları "bunu da beğen", "şunu da satın al" diye çırpınırken, biz kendimizi kaybediyoruz. Dert değil, zaten gün sonunda ruhumuzu filtreleyemiyoruz. Ama bazen küçük bir şey oluyor: Bankta otururken yanına bir kedi gelip başını bacağınıza koyuyor. İşte orada, içinden bir ses diyor ki “Hah! Bu kadardı aslında…”

İtiraf edelim, çoğumuz büyük mutlulukların peşinde helak oluyoruz. Dünya turu yapayım, yeni araba alayım, en iyi restoranda rezervasyonum olsun… Oysa hayat, o çılgın planları yaparken bir gün hiç hesapta yokken gelen sıcacık sarılmadır. En pahalı saat bile o sarılmanın verdiği huzuru veremez. (Verirse o saat değil, terapi cihazıdır zaten.)

Bir de şu gerçek var: Mutluluğun garantisi yok. Kimse "mutluluk sigortası" yapmıyor. Ama küçük mutluluklar, sanki hayatın gizli teminatıdır. İçtiğin çayın tam kıvamında olması, gün içinde birinin sana yol vermesi, markette kasiyerin “bugün çok güler yüzlüsünüz” demesi… Bunlar, büyük mucizelere gerek kalmadan insanın ruhuna su serpiyor.

Peki biz ne yapıyoruz? Gözü yukarılara dikiyoruz. Hep bir sonrakine, hep daha fazlasına… Ama unuttuğumuz bir şey var: Hayat, yukarı değil, çevrende olandır. Burnunun dibindeki güzellikleri göremediğinde, Everest’e tırmansan ne yazar?

Bir öneri: Kendine her gün sadece şu soruyu sor. “Bugün beni gülümseten neydi?” Bazen cevap bir tatlı dil, bazen bir eski şarkı, bazen de sadece güneşli bir gün olur. O minicik cevabın, seni gün boyu ayakta tutmaya yettiğini göreceksin. Hatta belki mutlu olduğunu fark etmeden mutlu olacaksın. (İşte bu "profesyonel sevinç" seviyesidir.)

Sonuç olarak, dostum, mutluluğu kovalama. Onunla yan yana yürü. Ayakkabın vurmasın, kalbin yorulmasın. Küçük mutlulukların peşine düş; çünkü büyük mutluluklar, genellikle onların gölgesinde saklıdır. Ve her zaman hatırla: Mutluluk, bir şeyleri beklemek değil, olanı fark etmektir.


 

1 Mayıs 2025 Perşembe


Julie Garwood'un "Gölgede Dans" (orijinal adıyla Shadow Dance) adlı romanı, polisiye ve aşk türlerini harmanlayan sürükleyici bir hikâyeye sahiptir. Boston ve Teksas arasında geçen bu roman, okuyucularını gizemli bir cinayet soruşturması ve beklenmedik bir aşkın içine çekiyor.
Jordan Buchanan, hayatını titizlikle planlayan, düzenli bir yaşam süren bir kadındır. Ancak en yakın arkadaşının düğününde, hayatının ne kadar monoton olduğunu fark eder ve spontane bir karar alarak Teksas'a gider. Bu küçük kasabada, ailesine dair eski bir kan davasının izlerini sürerken, kendini bir cinayet soruşturmasının ortasında bulur. Arabasında bulunan cesetler ve kasabada art arda işlenen cinayetler, Jordan'ı hem tehlikeli hem de duygusal bir yolculuğa sürükler. Bu süreçte, FBI ajanı Noah Clayborne ile yolları kesişir ve aralarında beklenmedik bir yakınlaşma başlar.
"Gölgede Dans", Julie Garwood'un karakter derinliği ve olay örgüsüyle dikkat çeken bir romanı. Jordan'ın içsel dönüşümü ve Noah ile olan ilişkisi, okuyucuya duygusal bir yolculuk sunuyor. Romanın temposu, özellikle cinayetlerin çözülme süreciyle artarken, aşk ve gerilim unsurları dengeli bir şekilde işlenmiş. Garwood'un akıcı anlatımı ve karakterlerin gerçekçiliği, kitabı elden bırakmayı zorlaştırıyor. Aşk ve gerilim türlerini seven okuyucular için kesinlikle tavsiye ederim.