28 Ağustos 2025 Perşembe

Tia ve Mike Baye, sıradan bir aile gibi görünseler de, oğulları Adam’ın değişen davranışları onları derinden endişelendirir. Adam, içine kapanmış, aileden uzaklaşmış ve arkadaş çevresine gömülmüş haldedir. Üstelik yakın arkadaşı Spencer’ın intiharı da bu endişeyi büyütür.

Oğullarını korumak isteyen Tia ve Mike, istemeden de olsa “gizli gözetim” yoluna başvurur: Adam’ın bilgisayarına casus yazılım yüklerler. Başlangıçta bu sadece ebeveyn refleksi gibi görünse de, zamanla Adam’a gelen gizemli mesajlar her şeyi daha karanlık bir noktaya taşır. Mesajlarda sürekli şu cümle tekrarlanır:
“Asla vazgeçme, her şey yolunda.”

Bu noktadan sonra olaylar sadece aile dramı olmaktan çıkar; sırların, yalanların ve karanlık ilişkilerin açığa çıktığı bir gerilim hikâyesine dönüşür. Adam’ın sakladıkları, Spencer’ın ölümü, çevresindeki arkadaşların gerçek yüzleri ve aile içindeki güven sorgulamaları katman katman açığa çıkar.

Bence Asla Vazgeçme, Harlan Coben’in aile dramıyla polisiye gerilimi en iyi harmanladığı romanlardan biri. Burada cinayetten çok “aile bağları, ebeveyn olmanın sınırları, güven ve kontrol” temaları öne çıkıyor.

  • Tia ve Mike karakterleri aslında çok insani. Hepimizin “çocuğumuzu koruma” içgüdüsünü temsil ediyorlar. Ama bu içgüdü aşırıya kaçtığında sevgi ile baskı arasındaki çizginin ne kadar kolay aşılabileceğini gösteriyor.

  • Adam ise tipik bir ergen yalnızlığını yaşıyor; anne-babası onu korudukça, o daha da uzaklaşıyor. Bu çatışma hikâyeyi gerçekçi kılıyor.

  • Coben’in tarzına uygun şekilde bolca sürpriz, gizemli yan hikâye ve “beklenmedik bağlantılar” mevcut.

Romanı okurken sadece bir polisiye gerilim değil, aynı zamanda “Ebeveyn olmanın doğru yolu var mı?” sorusuyla da yüzleşiyorsun. Son bölümlerindeki çözülme, okuru şaşırtıyor ama aynı zamanda duygusal bir tat da bırakıyor.


 

26 Ağustos 2025 Salı

Hümeyra Tuncer’in Düğüm’ü aslında tam da adının hakkını veriyor. Hikâyenin merkezinde Sidal var: geçmişinden büyük bir yara almış, annesini babasının şiddetiyle kaybetmiş, ruhunun bir kısmı ölmüş bir genç kadın. Onun hayatı sanki hep donmuş, ne ileri gidebilmiş ne de geri dönebilmiş.

Sonra Rüzgâr çıkıyor karşısına. Rüzgâr, soğuk, ketum, mesafeli ama aynı zamanda bir şekilde Sidal’ın boşluğuna denk düşen bir karakter. İkisinin karşılaşması, birbirinin hayatında hem bir bağ hem de bir kördüğüm haline geliyor. Kitap boyunca aslında bir aşk hikâyesi okuyoruz ama bu “hafif” bir aşk değil; travmaların, kırıkların, suskunlukların içinde filizlenen bir şey.

Benim gözümde Düğüm, sadece bir romantik kurgu değil, daha çok “insanın kendi geçmişiyle, kendi karanlığıyla nasıl bağ kurduğuna” dair bir roman. Sidal’ın yaşadığı travmayı okurken, karakterin içindeki kırılganlık çok gerçek geliyor. Rüzgâr ise adeta hem bir tehdit hem de bir şifa gibi—tam da hayatımıza bazen girmesinden korktuğumuz ama aynı zamanda ihtiyaç duyduğumuz insanlar gibi.

Yazarın dili şiirsel ama boğucu değil; özellikle bazı cümleler altını çizme isteği uyandırıyor. Benim en çok sevdiğim tarafı, kitabın okuyucuyu “karakterin ruh haline” çekmesi. Hatta öyle ki, bazı anlarda kendi hayatındaki yaralarını, geçmişteki o çözülemeyen düğümleri hatırlıyorsun.

Kitabın sonunda ise tatmin edici bir kapanıştan ziyade, daha çok merakta bırakan, “bu düğüm çözülecek mi, yoksa daha da mı sıkışacak?” sorusunu aklında bırakan bir his var. Bu da onu unutulmaz kılıyor.


👉 Kısacası, Düğüm bana göre; aşkı, travmayı ve yeniden doğma ihtimalini aynı potada eriten, biraz hüzünlü ama bir o kadar da içe dokunan bir kitap. Eğer kendi iç düğümlerini çözmeye çalışan bir dönemindeysen, çok kolay kendini Sidal’ın yanında buluyorsun.


 

22 Ağustos 2025 Cuma


Şahmeran Efsanesi

Şahmeran, Anadolu halk kültüründe yarı kadın yarı yılan olarak tasvir edilen mistik bir varlıktır. İsmi Farsça “şah” (kral) ve “mar” (yılan) kelimelerinin birleşiminden gelir, yani “Yılanların Kraliçesi” anlamına gelir. Efsanenin en bilinen anlatımı Tarsus ve çevresine aittir.

Bir zamanlar Mardin veya Tarsus civarında, Cemşab adında genç bir delikanlı yaşarmış. Cemşab, köyün kuyusuna inen, balık ve su işlerini yapan bir gençmiş. Bir gün su çekmek için girdiği kuyunun derinliklerinde yeraltı dünyasına ulaşır. Burada Şahmeran’ı görür. Şahmeran yarı kadındır, baştan aşağı yılan formundadır ama yüzü insan gibi güzeldir ve bilgeliği sonsuzdur.

Şahmeran, Cemşab’ı misafir eder ve ona yeraltı dünyasının sırlarını, tıbbî bilgilerini, bitkilerin şifa gücünü öğretir. Cemşab burada uzun süre yaşar ve Şahmeran’a karşı derin bir bağlılık geliştirir. Zamanla dünyaya geri dönmek ister ama Şahmeran ona uyarıda bulunur:
“Beni kimseye söyleme; ama bir gün insanlık seni çağırırsa, doğru ve adaletli şekilde hareket et.”

Günlerden bir gün, Şahmeran’ın bilgisine ihtiyaç duyan bir kral veya padişah hastalanır. Köylüler Cemşab’ı çağırır. Cemşab, Şahmeran’a ihanet etmek zorunda kalır: Şahmeran’ın etini ve suyunu kullanarak kralı iyileştirir. Bu olaydan sonra Şahmeran ölüme mahkum olur; ancak Şahmeran’ın öğrettiği şifa ve bilgi, insanlık için kalır.

Hikayenin farklı versiyonlarında Şahmeran’ın ölümü ve Cemşab’ın dönüşü değişir; bazı anlatılarda Cemşab Şahmeran’ı suda boğmadan sadece bilginin dünyaya yayılmasını sağlar. Ama ortak tema şudur: bilgelik, şifa, merak ve insanlığın sınavı.

Şahmeran efsanesi, yalnızca bir masal değil; Anadolu kültüründe kadim bilgeliğin, şifanın ve doğa ile insan arasındaki dengelerin sembolüdür. Yüzyıllar boyunca halk hikâyelerinde, taş işlerinde ve el sanatlarında yaşamaya devam etmiştir.


 

Hayatın Benim (Taking Lives) 2004 / Angelina Jolie HD Gerilim Filmi Frag...


Hayatın Benim (Taking Lives) 2004...

Güzel ve zeki FBI ajanı Illeana Scott, özellikle çözülemeyen cinayetler konusunda uzman bir analizcidir. Sıradan yöntemlere güvenmeyen Scott, kendi özgün teknikleriyle en karmaşık vakaları bile çözebilmektedir.

Montreal polisi, bir seri katilin işlediği cinayetleri durduramayınca dışarıdan yardım ister ve Ajan Scott’ı devreye sokar. Montreal’e gelen Scott, yerel polis ve dedektiflerin yardımıyla araştırmaya başlar.

Katil, adeta bir bukalemun gibidir: İnsanları öldürüp onların yaşam tarzlarını ve kimliklerini çalmaktadır. Her cinayetten sonra kurbanın hayatına bürünür ve sonraki hedefini belirleyerek aynı döngüyü sürdürür. Scott, hem zekâsını hem de sezgilerini kullanarak bu tehlikeli katilin peşine düşer ve onun ardındaki karanlık motivasyonu ortaya çıkarmaya çalışır.
Bu film, klasik bir seri katil hikâyesinden öte, zekâ ve psikoloji unsurlarını ön plana çıkarıyor. Illeana Scott, sadece fiziksel bir mücadele vermiyor; aynı zamanda katilin karmaşık zihnini çözmeye çalışan bir stratejist olarak öne çıkıyor. Katilin “bukalemun”vari davranışı, her cinayette hem gerilimi artırıyor hem de izleyiciyi sürekli tahmin yürütmeye zorluyor.

Angelina Jolie benzeri bir performansla Ajan Scott’ın karizması, filmin sürükleyiciliğini artırıyor. Montreal’in atmosferi, soğuk ve gizemli bir fon sağlayarak hikâyeyi güçlendiriyor.

Genel olarak: Gerilim sevenler ve zekâ oyunlarını takip etmekten hoşlananlar için kaçırılmaması gereken bir film.
.
.

14 Ağustos 2025 Perşembe

 


Roman, büyük bir şehrin kıyısında, terk edilmiş bir amfitiyatro harabelerinde yaşayan Momo adlı küçük bir kızla başlar. Nereden geldiği bilinmez, yaşı da tam belli değildir. Ama Momo’nun çevresindeki insanlar için çok özel bir özelliği vardır: O, gerçekten dinleyebilen bir çocuktur. İnsanlar ona sorunlarını anlatırken kendilerini rahatlamış, anlaşılmış ve huzurlu hissederler. Bu yüzden mahalledeki çocuklar da büyükler de onu çok sever.

Zamanla şehirde tuhaf bir şey olmaya başlar. İnsanlar sürekli meşgul, telaşlı ve gergin hale gelir. Dostluklar, sohbetler, oyunlar, hatta aile bağları zayıflar. Sebebi ise gizemli Gri Adamlardır. Bu adamlar, kendilerini Zaman Tasarrufu Bankası’nın temsilcileri olarak tanıtır. İnsanlara, boşa harcadıkları zamanı “bankaya yatırarak” gelecekte daha fazla zaman kazanabileceklerini söylerler. Ancak gerçek şudur: Bankaya yatırılan zaman aslında çalınır ve Gri Adamlar tarafından tüketilir.

Momo, Gri Adamların etkisi altına girmeyen nadir kişilerdendir. Çünkü onun en büyük yeteneği, insanlarla bağ kurmak ve hayatın “an”ını yaşamak üzerine kuruludur. Gri Adamlar, Momo’nun bu özelliğinin kendileri için tehlikeli olduğunu fark eder. Onu da kendi sistemlerine çekmeye çalışırlar, ama Momo karşı koyar.

Momo’nun yardımına Usta Hora adında zamanın efendisi ve onun geleceği görebilen kaplumbağası Cassiopeia yetişir. Usta Hora, Momo’ya insanların zamanı aslında kendi yaşamları olduğunu ve bunun kimseye emanet edilemeyeceğini anlatır. Zamanın kaynağının, insanların kalbinde açan zaman çiçekleri olduğunu söyler.

Gri Adamlar, Momo’yu yok etmek için hamleler yapar, ancak Cassiopeia’nın rehberliğinde Momo, Usta Hora’nın dünyasında bir süre korunur. Burada zamanın ne kadar kıymetli olduğunu, geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki dengeyi öğrenir.

Sonunda Momo, cesaretini toplayarak Gri Adamların deposuna girer ve orada çaldıkları zamanı serbest bırakır. İnsanlar bir anda eski hayatlarına döner, telaş yerini huzura bırakır, oyunlar, dostluklar ve sohbetler geri gelir. Momo ise yeniden harabelerdeki evinde, dostlarıyla birlikte yaşamına devam eder.

Michael Ende, Momo’da çocuk kitabı gibi görünen ama her yaştan okuru sarsacak kadar derin bir hikâye kurar. Kitap, özellikle modern zaman eleştirisi ve kapitalist hız kültürüne karşı duruşuyla ön plana çıkar.

Temalar ve Mesajlar

  1. Zamanın Anlamı: Kitap, zamanı sadece saatlerin, takvimlerin ölçtüğü bir şey değil, hayatın ta kendisi olarak anlatır. Harcanan zaman, aslında yaşamdan eksilen andır.

  2. Tüketim ve Hız Eleştirisi: Gri Adamlar, insanlara daha çok “tasarruf” adı altında, aslında yaşamı kısırlaştıran, duygusuzlaştıran modern sistemleri simgeler.

  3. Dinleme Sanatı: Momo’nun gücü, başkalarını gerçekten dinlemesidir. Dinlenmek, insanlar için sadece bir ihtiyaç değil, bazen iyileştirici bir mucizedir.

  4. Çocuk Bakışı: Kitap, yetişkinlerin unuttuğu ama çocukların içgüdüsel olarak bildiği bir gerçeği hatırlatır: Anı yaşamak, oyun oynamak ve paylaşmak, “verimli” olmaktan daha değerlidir.

  5. Bireysel Direniş: Momo, tek başına tüm sisteme karşı durur. Gücü silahlardan değil, saflıktan, dürüstlükten ve inançtan gelir.

Michael Ende’nin dili masalsı, ama aynı zamanda felsefidir. Çocuklara da hitap eden yalın bir anlatım kullanırken, yetişkin okura da derin düşündürücü sorular sorar. Kitap, bazen yavaş ve sakin bir tempoda ilerler, çünkü zaten vermek istediği mesajlardan biri de “yavaşlamak”tır.

Momo, günümüzde sosyal medya, iş temposu ve sürekli “meşgul olma” baskısı altında yaşayan herkesin okuması gereken bir kitap. Özellikle yetişkinlerin, kendi zamanlarını kimlere ve nelere “yatırdıklarını” sorgulaması için çok güçlü bir metafor sunuyor. Çocuklar ise bu hikâyede dostluğun, oyunun ve paylaşmanın değerini yeniden görebiliyor.

13 Ağustos 2025 Çarşamba

Flight / Uçuş - Fragman (Türkçe Altyazılı)


Whip Whitaker (Denzel Washington), deneyimli ve soğukkanlı bir yolcu uçağı pilotudur. Bir sabah, uçağını havalandırmadan önce geceyi alkol ve uyuşturucu kullanarak geçirmiştir. Buna rağmen, uçağı kalkışta güvenle yönetir. Ancak kısa süre sonra uçak, irtifa kaybına ve kontrolün neredeyse tamamen yitirilmesine neden olan ciddi bir teknik arıza yaşar.

Whip, uçağı kurtarmak için çarpıcı ve beklenmedik bir manevra yapar: uçağı ters çevirerek düşüş hızını yavaşlatır ve böylece kontrollü bir iniş sağlar. Kaza sırasında 102 yolcudan 6’sı hayatını kaybeder, fakat bu sayının çok daha fazla olmaması tamamen Whip’in soğukkanlılığına bağlanır. Basın, onu ulusal bir kahraman olarak lanse eder.

Ancak kazanın ardından başlatılan resmi soruşturma, Whip’in kanında yüksek oranda alkol ve kokain bulunduğunu ortaya çıkarır. Whip, bu gerçeği saklamak için büyük bir mücadeleye girişir. Avukatı ve sendika temsilcisi, onu kurtaracak yasal boşluklar arar. Bu süreçte Whip, alkol bağımlılığıyla yüzleşmek yerine daha da içine kapanır, yalnızlaşır ve kazada tanıştığı Nicole adındaki genç bir kadından bir süre destek görür.

Duruşma günü geldiğinde, Whip’e yükü başkalarının üzerine atma ve suçsuz görünme fırsatı sunulur. Ancak tam o anda vicdanı ağır basar. Kokpitte ölen hostesin içki içtiğini söyleyerek sorumluluğu ona atabilecek olsa da, bunu reddeder. Tüm gerçeği itiraf eder: kazadan önce ve uçuş sırasında alkollüydü.

Film, Whip’in hapiste geçirdiği bir sahneyle sona erer. Artık bağımlılığını kabul etmiş, hayatındaki yalanları bırakmış, oğluyla yeniden bağ kurmaya başlamıştır. Whip, sonunda gerçek özgürlüğün kendi gerçeğini saklamamakta olduğunu anlamıştır.

6 Ağustos 2025 Çarşamba

Jack London’un Yaşama Hırsı adlı öyküsünde, adını bilmediğimiz bir adamın Kanada’nın kuzeyindeki sert doğa koşullarında hayatta kalma mücadelesi anlatılır. Hikâye, altın aramak için çıktıkları bir yolculukta yaralı olan arkadaşının onu terk etmesiyle başlar. Adam, açlık, yorgunluk ve doğanın acımasızlığına rağmen yaşamaya devam etmeye kararlıdır.

Sırtında neredeyse hiçbir şey yoktur: birkaç parça eşya, neredeyse tükenmiş bir yiyecek stoğu ve ağır yorgunluk… Ancak tüm bu zorluklara rağmen adam yürümeye devam eder. Açlık onu bitkin düşürür, ayakları kanar, dizlerinin üzerine çöker ama hala emeklemeye devam eder. Doğada yalnız değildir: onu takip eden ve açlıkla kıvranan bir kurt vardır. Bu kurt da ölüme yakındır, ancak adamı avlamak için beklemektedir.

Adam, kurtla ölüm kalım savaşına girer. İkisi de bitkin ve açtır, ancak sonunda adam galip gelir. Kurdu öldürür, etini yer. Bu vahşi hayatta kalma eylemi, onun son enerjisini de toplamasını sağlar. Sonunda bir balıkçı teknesine rastlar ve kurtarılır.

Yaşama Hırsı, Jack London’un doğayı sadece bir arka plan değil, başlı başına bir karakter olarak kullandığı eserlerinden biridir. London burada romantik ya da hayalci bir doğa tasviri yapmaz; doğayı gerçek ve acımasız bir varlık olarak karşımıza çıkarır. Ancak asıl dikkat çekici olan, insanın yaşama içgüdüsünün ne denli güçlü olduğudur.

Hikâye boyunca karakterin bir an bile pes etmemesi, sadece fiziksel değil psikolojik olarak da çöküşün eşiğinden dönmesi, okuyucuya "insan ne kadar ileri gidebilir?" sorusunu sorduruyor. Açlık, yalnızlık, soğuk, korku ve ölüm tehdidine rağmen o adam emeklemeye devam ediyor. Çünkü içinde tükenmeyen bir yaşama arzusu var.

Bu öykü bana göre, modern yaşamın konforlu alanlarında unutulan "hayatta kalma" duygusunu yeniden hatırlatıyor. Günlük dertlerimiz içinde ne kadar kırılganlaştığımızı, doğanın önünde ne kadar küçük olduğumuzu gösteriyor. Ve belki de en önemlisi: yaşamak bazen sadece nefes almak değil, her şey bittiğinde bile bir adım daha atabilmektir.


 

5 Ağustos 2025 Salı

Jane Eyre, ailesini küçük yaşta kaybetmiş, soğuk ve sevgisiz bir ortamda, teyzesinin evinde büyümeye çalışan bir kız çocuğudur. Reed ailesi tarafından hor görülür, özellikle kuzeni John’un zorbalığı ve Bayan Reed’in ilgisizliği, Jane’in çocukluğunu derin bir yalnızlıkla kuşatır. "Kırmızı Oda"da cezalandırıldığı sahne, onun dış dünyadan koparıldığı, toplumun dışında bırakıldığı anlardan biridir. Bu sahne aynı zamanda Jane’in psikolojik derinliğinin başladığı yerdir — haksızlık karşısında sessiz kalamayan bir ruhun ilk çığlığıdır.

Teyzesi tarafından cezalandırılarak Lowood adlı yatılı bir okula gönderilen Jane burada da ilk başta zor koşullarla karşılaşır: sert disiplin, yetersiz beslenme, hastalık… Ancak bu dönemde öğretmeni Bayan Temple ve yakın dostu Helen Burns ile tanışır. Helen, sabır ve inançla yaşamaya çalışan, ölüme yaklaşan bir karakterdir. Helen’in ölümü Jane için hem kayıp hem de olgunlaşma demektir.

Burada geçirdiği yıllar boyunca Jane eğitim alır, öğretmen olur ve sonunda hayatının kontrolünü eline alacak cesareti kazanır. Artık bağımsız bir birey olma yolundadır.

Jane, Thornfield Hall'da mürebbiye olarak çalışmaya başlar. Burada, soğuk ve mesafeli görünen ama aslında oldukça karmaşık bir iç dünyaya sahip olan Edward Rochester’la tanışır. Rochester'ın evlatlığı Adèle’in eğitmeni olur. Aralarındaki ilişki zamanla derinleşir ve karşılıklı bir tutkuya dönüşür. Ancak Thornfield Hall’un gotik atmosferi, evin koridorlarından gelen gizemli sesler, gece yarıları çıkan yangınlar ve kapalı kapılar ardındaki sırlar romanın gerilimini besler.

Tam Jane, Rochester’la evlenmek üzereyken, onun aslında deli bir karısı olduğunu öğrenir. Bu sahne romanın en sarsıcı anıdır. Jane, bütün kalbiyle aşık olduğu bu adama rağmen, onurunu ve ilkesini koruyarak oradan ayrılır. Çünkü Jane için aşk, bir teslimiyet değil; eşitlik içinde bir birliktelik olmalıdır.

Jane, Rochester’dan ayrıldıktan sonra açlıkla, sefaletle, yalnızlıkla sınanır. Ama asla gururundan ödün vermez. St. John Rivers ve kardeşleriyle tanıştığında hayatının yönü değişir. St. John, Jane’e Hindistan’a misyoner olarak gitmeyi teklif eder ama bunu bir evlilik şartına bağlar. Jane için bu, aşkın olmadığı bir evlilik olurdu — ve yine hayır der. Bu noktada artık Jane’in kim olduğunu, ne istediğini ve ne istemediğini çok iyi bilen bir birey olduğunu görürüz.

İç sesi onu Rochester’a geri döndürür. Ancak Rochester artık görme yetisini kaybetmiş, Thornfield yanmıştır. Bertha, intihar etmiştir. Bu trajedi, Rochester’ın gururunu törpülemiş, Jane’le arasındaki eşitsizlik ortadan kalkmıştır. Artık Jane ne mürebbiye, ne de bağımlı bir kadın; özgürlüğünü kazanmış, kendi ayakları üzerinde duran, ekonomik ve duygusal olarak güçlü bir kadındır.
İşte tam bu noktada, ikisi de "eşit" olarak yeniden bir araya gelirler.

Bu romanın beni en çok etkileyen yanı, aşkın her şeyden üstün tutulmaması. Jane, Rochester’a tutkuyla bağlıyken bile, kendi ilkelerini ve değerlerini feda etmiyor. Bu, onu sıradan bir aşk romanı karakterinden çok daha öteye taşıyor. Jane’in aşkı, teslimiyet değil; kendi benliğini koruyarak sevme cesaretidir.

Jane Eyre, hem kalbime hem zihnime dokunan nadir romanlardan biri. İçinde aşk var, yalnızlık var, kayıplar, direniş, umut ve içsel özgürlük var. Jane’in şu sözü belki de romanın ruhunu en iyi şekilde özetliyor:

“Kadınlar da hisseder; kadınlar da sever; onlar da yaşamak ister.”

 

2 Ağustos 2025 Cumartesi


Eve Bourton’un Aşk ve Diğer Şeyler romanı, aşkın, kayıpların ve yeniden başlamaların iç içe geçtiği duygusal bir yolculuk sunar. Hikâye, Paris’in zarif ama duygusal anlamda yalıtılmış atmosferinde geçer. Genç ve güçlü bir kadın olan Corinne Marchand, babasının ani ölümüyle birlikte, aile şirketinin başına geçmek zorunda kalır. Bu durum onu sadece iş dünyasının sert gerçeklikleriyle değil, aynı zamanda geçmişin acılarıyla da yüzleşmeye zorlar. Corinne, uzun süreli sevgilisi Philippe tarafından terk edildikten sonra aşka olan inancını neredeyse tamamen kaybetmiştir. Hayatına artık yalnız devam etmeyi seçmiş, güçlü ama içten içe yorgun bir kadın haline gelmiştir.

Ancak karşısına Miles Corsley adında gizemli ve etkileyici bir bankacı çıkar. Başlangıçta bu tanışma Corinne’in iç dünyasında hiçbir etki yaratmaz; hatta o, Miles’ın ilgisine karşı kayıtsız ve mesafeli kalır. Ancak zamanla, onun güven veren sabrı ve derin duygusallığı, Corinne’in kalbinde yıllardır kilitli duran duyguları yavaşça uyandırmaya başlar.

Bu esnada Corinne’in kardeşi Yolande’in hayatı da farklı bir eksende ilerlemektedir. Yolande, yıllardır sevdiği Yves’ten koparak kendini Hollywood’un parıltılı ama yüzeysel dünyasında bulan ünlü oyuncu Patrick Dubuisson’un peşinden gitmeye karar verir. Yolculuğu heyecanla başlasa da, duygusal olarak hızla dengesizleşir. Yolande, gerçek aşk ile ihtirasın arasındaki farkı keşfedecek; hayal kırıklığının, şöhretin büyüsünü nasıl darmadağın edebileceğini kendi deneyimiyle anlayacaktır.

Roman boyunca iki kız kardeşin yaşamları paralel bir ritimde ilerler; biri geçmişin ağırlığıyla yüzleşirken diğeri geleceğe körlemesine koşar. Her ikisinin de yolları, aşkın sadece bir his değil, aynı zamanda bir karar, bir cesaret meselesi olduğunu gösterecektir. Hikâye, nihayetinde içten bir kabullenişle ve kendi kalbini affetmenin, başkasını sevebilmenin ilk adımı olduğunu hatırlatan yumuşak bir kapanışla son bulur.

Aşk ve Diğer Şeyler, romantik edebiyat kalıplarına sadık kalsa da duygusal derinliğiyle öne çıkan bir roman. Eve Bourton’un kalemi sade ama sezgisel; karakterlerin iç dünyasını incelikle açıyor, özellikle kadınların içsel çatışmalarını hissettirmekte oldukça başarılı.

Corinne karakteri benim için romanın en güçlü yanıydı. Onun aşkı yeniden sorgulaması, güven duygusunu adım adım yeniden inşa etmesi — bunlar sadece bir ilişki anlatısı değil, bir insanın kendine dönüş yolculuğu. Hikâyede iş hayatı, aile bağları, yas ve özgüven gibi temaların yan yana durması da romana tek boyutlu bir aşk hikâyesi olmanın ötesinde bir derinlik kazandırıyor.

Yolande’in hikâyesi ise biraz daha çalkantılı ve sinematografik; tutkulu ama kırılgan. Onun yıldızlara dokunmak isterken düşüşünü izlemek, “başka hayatlara özenmek” temasını düşündürüyor. Fakat bu ikinci hikâye bazen romanın dengesini biraz dağıtıyor gibi geldi. Yine de iki kardeşin zıt yollarla yürürken aynı sorunun —“sevgi nedir, neye değer?”— etrafında dönmeleri, anlatının omurgasını güçlü tutuyor.

Eğer aşkı romantik klişelerin ötesinde; kırılgan, inişli çıkışlı ve bazen de sessiz bir şey olarak görmekten hoşlanıyorsanız, Aşk ve Diğer Şeyler sizi duygusal olarak yakalayacaktır. Hele ki geçmişin yükünü taşıyan, güçlü ama yorgun kadın karakterlere yakınlık hissediyorsanız...

Bu roman, aşkın yanında sabrı, korkuyu, yalnızlığı ve seçimleri de anlatıyor. Yani sadece “aşk” değil; ve diğer şeyler de var bu hikâyede.